Nedendir bilinmez; sabah kalkar kalkmaz elime aldım İstanbul Kırmızısı'nı. Sesli sesli okumaya başladım sonra. Sanki bütün şehir benim bu kitabı okumam için ortam hazırlamış gibiydi. Mesela üst katta kendi halinde yaşayan doktor komşum, hiç âdeti olmadığı halde müziğin sesini açmıştı sabahın o saatinde. Hem de ne müzik... Okumamın perde arkasına belli belirsiz bir fon müziği ancak bu kadar yakışırdı! Tangolar, valsler çalıyordu ardı ardına, öyle uyumluydu ki kitapla... Alt kattaki gürültücü komşuların hiç sesi çıkmadı mesela, kapıyı bile çarpmadılar... Şehir de uyanmamıştı sanki daha. Sokaktan geçen hiç araba yoktu; oysa saat dokuz olmuştu. Bence algılarımdaki bütün bu pozitif haller, Ferzan Özpetek'in sımsıcak, o içine alıveren samimiyette yazılmış satırlarıyla direkt alakalıydı. Kitabın büyüsüydü, başka ne olabilirdi... Yoksa her şey böylesi mükemmellikte denk gelir miydi! Sanki kitabı okumuyor, kitabın içinde yaşıyor gibiydim. Nasıl desem, öykünün bir parçası da bendim sanki, o derece...
Tam da dün senaryo kursunda “görselleme”konusunu işlemişken; bir sinemacının gözünden, ruhundan, kaleminden çıktığı belli olan, muhteşem bir anlatımla her satırının insanın gözünde canlandığı bu kitap nasıl da denk gelmişti... 137 sayfalık kısa bir kitap İstanbul Kırmızısı, yaklaşık 3 saatte bitirdim ben. Müthişti, gerçekten müthişti... Duygusu iliklerime kadar geçti. O kadar çok altını çizdim ki satırların...
İstanbul'a gelen bir yönetmen var kitapta, bir de Anna var. Bu iki kişinin aynı uçakta başlayan öyküleri paralel düzlemlerde seyrederken, bazen anlık olarak hafif kesişiyor, kitabın sonunda da müthiş bir ortak noktaya kavuşuyor. Ferzan Özpetek “Sen Benim Hayatımsın” kitabında olduğu gibi, anılarını kurguyla harmanlarken, yine sıcacık sarmalıyor insanın ruhunu. (bkz: buyazı)
Başka yönetmenlerde az bulunur cinsten bir şiir var O'nun filmlerinde. Öyle bir şiir ki, hüzünle umudu harmanlıyor. Öyle bir şiir ki, sanki bambaşka bir dünya varmış gibi, sadece sevgi varmış gibi, zorluklar bile sevgiyle doluymuş gibi... Masalmış gibi...
Yazarın çocukluğundan anılar günümüze doğru akarken, insanın yüreği de gidip gidip geliyor. Nasıl bir içtenlik, nasıl bir naiflik, nasıl bir güzellik...
"İstanbul Kırmızısı" demiş yazar kitabın adına, okuyucu olarak kendimi kırmızıların izin sürerken buldum ben de. Kimi zaman yaşlı annenin elbise kırmızısı, kimi zaman ansızın gelen bir kazada akan kanın kırmızısı, kimi zaman maviyle karışan gün batımı kırmızısı, Gezi'deki kadının elbise kırmızısı, suyu sıkılan narın kırmızısı, şehrin lalelerinin kırmızısı ve anneannenin bir ritüel gibi aksatmadan içtiği konyağın kırmızısı...
“Öykü hırsızı” diyor kendine Özpetek, ne de güzel söylüyor. Sokakta beliriveren anlık bir kadın siluetinden öyküler çıkarabilmek için, sanatçı gibi bakmak gerekiyor çünkü dünyaya. Öykü hırsızı olabilenlere gönlümüzün akışı, biraz da bundan değil midir zaten...
Mart 2017'de sinema olarak da izleyeceğiz İstanbul Kırmızısı'nı. Ama kitabın aynısını çekmemiş söylediğine göre. “Aynı şeyi yapmaktan sıkılırdım!” diyor bir söyleşisinde. Bence de şahane bir karar bu!
Önce kitabı okuyun derim ben, sonrasında film gelsin. Çünkü Ferzan Özpetek filmleri ayrı güzel, kitapları ayrı güzel... İyi ki böyle güzel insanlar var da, nefes alabiliyoruz... Günüme güzellik, sevgi, umut kattığınız için size çok teşekkür ediyorum sevgili Ferzan Özpetek, ruhunuzun güzelliğine sağlık...
Bakın nasıl da şahane bir fragman var film hakkında... Heyecanlanmamak elde değil...
İstanbul Kırmızısı-Ferzan Özpetek |
İstanbul'a gelen bir yönetmen var kitapta, bir de Anna var. Bu iki kişinin aynı uçakta başlayan öyküleri paralel düzlemlerde seyrederken, bazen anlık olarak hafif kesişiyor, kitabın sonunda da müthiş bir ortak noktaya kavuşuyor. Ferzan Özpetek “Sen Benim Hayatımsın” kitabında olduğu gibi, anılarını kurguyla harmanlarken, yine sıcacık sarmalıyor insanın ruhunu. (bkz: buyazı)
Başka yönetmenlerde az bulunur cinsten bir şiir var O'nun filmlerinde. Öyle bir şiir ki, hüzünle umudu harmanlıyor. Öyle bir şiir ki, sanki bambaşka bir dünya varmış gibi, sadece sevgi varmış gibi, zorluklar bile sevgiyle doluymuş gibi... Masalmış gibi...
Yazarın çocukluğundan anılar günümüze doğru akarken, insanın yüreği de gidip gidip geliyor. Nasıl bir içtenlik, nasıl bir naiflik, nasıl bir güzellik...
"İstanbul Kırmızısı" demiş yazar kitabın adına, okuyucu olarak kendimi kırmızıların izin sürerken buldum ben de. Kimi zaman yaşlı annenin elbise kırmızısı, kimi zaman ansızın gelen bir kazada akan kanın kırmızısı, kimi zaman maviyle karışan gün batımı kırmızısı, Gezi'deki kadının elbise kırmızısı, suyu sıkılan narın kırmızısı, şehrin lalelerinin kırmızısı ve anneannenin bir ritüel gibi aksatmadan içtiği konyağın kırmızısı...
“Öykü hırsızı” diyor kendine Özpetek, ne de güzel söylüyor. Sokakta beliriveren anlık bir kadın siluetinden öyküler çıkarabilmek için, sanatçı gibi bakmak gerekiyor çünkü dünyaya. Öykü hırsızı olabilenlere gönlümüzün akışı, biraz da bundan değil midir zaten...
Mart 2017'de sinema olarak da izleyeceğiz İstanbul Kırmızısı'nı. Ama kitabın aynısını çekmemiş söylediğine göre. “Aynı şeyi yapmaktan sıkılırdım!” diyor bir söyleşisinde. Bence de şahane bir karar bu!
Önce kitabı okuyun derim ben, sonrasında film gelsin. Çünkü Ferzan Özpetek filmleri ayrı güzel, kitapları ayrı güzel... İyi ki böyle güzel insanlar var da, nefes alabiliyoruz... Günüme güzellik, sevgi, umut kattığınız için size çok teşekkür ediyorum sevgili Ferzan Özpetek, ruhunuzun güzelliğine sağlık...
Bakın nasıl da şahane bir fragman var film hakkında... Heyecanlanmamak elde değil...