Evlilik çağına gelmiş genç kız, 15 sene önce boşanmış anne ve babasının bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalarına dayanamıyor ve ikisinin arasında kalmaktan artık isyan ediyor:
“Hisse-i Şayia mıyım ben, yani çok sahipli bir eşya mıyım; mal mıyım ben?”
Biz 2000'li yılların seyircileri de, böylece oyunun adının ne anlama geldiğini öğreniyoruz.
Oyun keyifle ilerlemeye devam ediyor.
Oyun keyifle ilerlemeye devam ediyor.
Şehir tiyatrolarında en sevdiğim şeylerden biri, kuşkusuz ki perde açılınca nefis bir dekorla karşılaşmak! Kapalı perdenin ardında beni karşılayacak sürpriz bozulmasın diye de oyunun fotoğraflarına önceden pek bakmıyorum. Yine öyle oldu. Perde açıldığında Meşrutiyet Dönemi'nin İstanbul'unu sergileyen nefis bir dekorla karşılaştık. Sahnede özenle yapılmış iki katlı kocaman beyaz bir konak vardı. Cumbasında ışıkları yanan konağın bahçesindeki salıncaktan ağaçlarına, dış kaplamasından evin önündeki mermer merdivenlere kadar her şey düşünülmüştü. Sadece bu mükemmel tablo içinde bahçedeki bambu sandalye ve masalar ayrıksı duruşları ile biraz gözümü rahatsız etti. Günümüzde yazlık evlerin balkonlarında kullanılan bambu masa ve sandalyeler sanki o dönem kullanılmazdı gibi geldi bana. Onun dışında açılış müziği, özenle seçilen kostümler ve muazzam dekor sayesinde kendimi yüzyıl öncesinde, yani Hisse-i Şayia'nın ilk kez sergilendiği 1916 yılında bulmakta hiç zorlanmadım.
Oyunda yüzünü batıya çevirmiş bir Osmanlı karakteri olan Zihni Göktay'ın günümüze yaptığı göndermeler mükemmeldi.
“Fayton arıyordum, bir türlü bulamadım. Sordum atlar grevdeymiş. Atlar bile hakkını arıyor!”
“ Bu evde demokrasi var, kaç göç gizli saklı şeyleri sevmem, kızım git nişanlının yanına, çekinme!”söylemleri aklımda kalmış. Bir de oyunun sonunda “Kadınlara biraz eziyet ettim bu oyunda. Onların nezdinde tüm kadınlardan özür diliyorum, kadına şiddete karşıyız” gibi bir göndermeyi de tam yerli yerinde kullanması, Zihni Göktay'ın nasıl özel bir yetenek olduğunu anlamamı sağladı. Salon alkıştan yıkılıyordu zaten oyun bitiminde.
Oyunculuklar mükemmeldi!
Zihni Göktay'ı bilmeyeniniz yoktur. En son Ulan İstanbul dizisinde camdan bakıp harika laflar eden Servet Abi rolüyle gönlümde taht kurmuştu. Tuluat (doğaçlama) geleneğinin son temsilcisi olan sanatçıyı sahnede ilk kez izledim. Enerjisine, tarzına hayran oldum. Yüz yıllık metinde aralara serpiştirdiği günümüze yönelik göndermeleriyle, vücut dilini muazzam kullanışıyla beni benden aldı. Zihni Göktay'ın olduğu sahneleri daha keyifle izlediğimi itiraf etmeliyim.
Oyunda sürekli didişen Tahir Bey yani Zihni Göktay ile eski karısı Faika Hanım'ı canlandıran Hikmet Körmükçü'nün birbirleriyle uyumu; bir ırmağın yatağında yol alan su gibi akıcı ve mükemmeldi. Daha sonra merak edip özgeçmişini okuduğumda, yılların sanatçısı Hikmet Körmükçü'nün Bedia Muvahhit'ten dersler aldığını öğrenmek beni ayrıca heyecanlandırdı.
Oyundaki Suudi Bey'i canlandıran Sezai Aydın konuştukça sanki sahnede Rocky konuşuyormuş gibi bir hisse kapılmadım desem yalan olur. Mükemmel sesi ve diksiyonuyla ve elbette ki oyunculuğuyla sahnede göz dolduruyordu.
Bican Efendi rolündeki Aybar Taştekin'in komik halleri harikaydı. Şunu da belirteyim; Mahmure rolünde Zihni Göktay'ın gerçek kızı Zeynep Göktay Dilbaz vardı. Necmi rolündeki Uğur Dilbaz da Zihni Göktay'ın gerçek damadıydı. Yani ailece harikalardı.
Hizmetçi Mari rolünde süre olarak sahnede az da yer alsa Yağmur Damcıoğlu Namak'ı gerçekten çok başarılı buldum. Nesibe Hanım rolündeki Selma Kutluğ'u da es geçmemek gerekir, gayet başarılıydı.
Sonuçta karşımızda dil ve konu olarak eski bir metin vardı ama Tarık Şerbetçioğlu'nun başarılı rejisiyle ve üstün oyunculuklarla harmanlaşmış harika bir oyun izledik.
Meşrutiyet dönemi tiyatrosunun önemli isimlerinden İbnürrefik Ahmet Sekizinci'nin Fransız “Bahane” adlı metinden uyarladığı oyunu Bedia Muvahhit ve Vasfi Rıza Zobu'nun hayatlarının sonuna dek oynadıklarını da dip not olarak eklemek isterim.
Bugünlük de benden bu kadar; sloganımı atar giderim...
"Yaşasın tiyatro, yaşasın iyi sanatçılar...! "