Hani uzun zamandan beri görüşmediğimiz bazı tipler vardır ve ilk karşılaşmada ya da ilk telefon aramasında şöyle derler:
“Niye aramıyorsun hiç; hayırsız?” Ne diyeceğini bilemez insan, kalakalır. Sanki kendisi aramış mıdır, siz sorgulamamışsınızdır üstelik bu durumu, zaten umurunuzda da olmaz... Ya da sözleri daha da sivridir:
“Hayırdır, hangi dağda kurt öldü de aradın bakalım?” Hebele gübele kem küm edersiniz, içinizdeki birikmiş özlem de tuzla buz olur o ara. “Hay bin kunduz!” diye düşünürsünüz sonra, “Keşke aramasaydım!”
Böylesi durumlarda zamandır tek suçlu aslında. İnsanın en sevdiği eylemlerle, en sevdiği insanlarla, en sevdiği şeylerle arasına öyle sinsice sızıverir ki, bir bakmışsınız o şeyi yapmayalı çook uzun zaman olmuş! O kahvede çay içmeyeli, içtenlikle gülmeyeli, ezberden bir şiir dizesi söylemeyeli, ne bileyim işte o sevilen sahaftan kitap almayalı…
Bunları neden mi söylüyorum? Bir baktım da bloga yazmayalı neredeyse bir buçuk ay olmuş! Sormayın olur mu “Nerelerdeydin hayırsız?” diye. İnanın ben değilim ihmalkar, ben değilim suçlu! O zaman var ya o zaman; sinsice girmiş aramıza işte. Neyse ki ucundan bucağından yakaladım yine günü şu anda. Buna da şükür; ya hiç geri gelmeseydi bu yazma isteği…
Son okuduğunuzdan bu yana bende bir değişiklik yok aslında. Sadece zaman akmaya devam ediyor hepsi bu. Haftaya bugün seçimler var malumunuz. Her ne kadar güncel politikadan uzak kalayım desem de yine başaramadım. Eminim siz de benim gibisiniz. Yine Twitter’a yapışık yaşıyorum bu aralar. Kim ne demiş, hangi politikacının sosyal medya grafiği yükselmiş, nerede ne miting olmuş, kalabalık mıymış falan filan. Aslında son yıllardaki en az gerildiğim seçim öncesi sürecini yaşıyorum diyebilirim. Hatta olan biteni izlerken eğleniyorum da. Psikolojideki “Yok sayma” sendromunu yaşıyor da olabilirim ne bileyim. Yani “ Ya her şey kötüye giderse!” olasılığını aklıma bile getirmek istemiyorum.
Bu yüzden evrene olumlu mesajlar gönderiyorum sürekli. Koskoca Nasrettin Hoca göle maya çalmış, ben de O’nun izindeyim işte:
Ey göl, bu mayayı sana çalıyorum ama yoğurttan beklentilerim var; şöyle ki;
Yoğurdum tertemiz olsun. İçinde kötü niyetli pislikler olmasın. Zorluklar karşısında taş gibi sert dursun ama, içine kaşık sallayınca güzel sözleriyle insanı mest eden bir dost gibi yumuşacık oluversin. Tadıyla içime sinsin, yağ gibi kayıp gitsin boğazımdan.
Öyle bir yoğurt olsun ki, herkesi eşit doyursun. Ekşi olmasın, çok tatlı da olmasın. Yoğurt gibi yoğurt olsun. Organik olsun, bizden olsun. Göz boyayan çakma sanayi yoğurtlarından olmasın. Anne elinden çıkmış ev yoğurdu kadar saf, bir o kadar da katıksız olsun.
Özümüz gibi olsun. Ne Orta Doğu’nun tuhaf baharatlarıyla tadı kekremsileştirilmiş olsun; ne de Batı’nın çilekli yoğurtlarını taklit eden yabancı bir lezzeti olsun. Damak tadımıza uysun uysun da; füzyon mutfağına da uyum sağlasın.
Öyle bir yoğurt olsun ki, gerekirse astronotlar uzaya götürebilsin! Can olsun, kan olsun, vitamin saçsın ülkemize.
Sanata ve sanatçıya da dost olsun bu yoğurt. Tiyatroda konu olsun, operada şarkılara girsin. Bu yoğurt gerekirse bizi Eurovision’da da temsil etsin.
Neşe olsun, kaygılardan uzaklaştırsın. Mesela bu yoğurdu yiyenler “Ya yazdığım sözcük başıma ekşirse” diye kaygılanmasın. Yoğurt dalga dalga yayılsın, bir kaşık yiyen herkes kardeş olsun sarılsın…
Çok mu abarttım, yoo bence abartmadım. Sadece ülke olarak düştüğümüz “Ayranı yok içmeye…” modundan çıkıp "yoğurdun kaymağını yemeğe" ihtiyacımız var hepsi bu…