Koca Koca Yalanlar ve Sayıklamalar


Yeni bir dizi çıkmış, adı “Koca Koca Yalanlar”. Geçen gün yorgun argın işten gelince, kafa dağıtma amaçlı zap yaparken ilk bölümüne denk geldim. İzledim, eğlendim. Çok mu güzeldi, tartışılır. Ama eğlenceliydi en azından. Dizide eşlerini aldatma eğilimli adamların söyledikleri yalanlar ve bu nedenle düştükleri garip haller anlatılırken, bir taraftan da evlenme meraklısı genç kızların söyledikleri yalanlar ve evli adamlarla birlikte olan kadınların yaşadıkları durumlar esprili bir dille konu ediliyordu. Adı üzerinde, “Koca Koca Yalanlar” üzerine bir komedi yapılmıştı anlayacağınız. İzlerken bir taraftan da el alışkanlığı ile Twitter’a baktım, aman aman neler denmiş dizi hakkında! Vay efendim ahlaka aykırıymış bütün bu anlatılanlar, vay efendim erkekleri aldatmaya teşvik ediyormuş dizi, vay efendim ülkemizde kadınlar evli erkek peşinde miymiş, vay efendim şarap kadehini bile sansürleyen RTÜK neredeymiş… Şikayet hattının telefon numarasını yazanlar mı dersiniz, ekmek parası için dizide yer alan oyunculara “Böyle rezil bir senaryoda (!)” yer aldıkları için hakaret edenler mi dersiniz… İ

Sosyal medya çağı böyle bir şey işte. O gün en çok konuşulan konular, yaygın kullanımıyla “TT” yani “trending topics”  neyse hoop galeyana geliyoruz, o konular hakkında bilip bilmeden, çoğunlukla da kopyala yapıştır şeklinde atıp tutuyoruz. Bir konudan sıkılınca hoop en çok konuşulan diğer konuya atlayarak sosyal medya dünyasının gündeminden de geri kalmamış oluyoruz.  Emeğe saygıymış, karşı taraf incinirmiş kimin umurunda ki… “Yaz kabağa koy tabağa ye sabaha” şeklinde bir hayat formatı içindeyiz anlayacağınız.

Herkesin zevki ve beklentisine elbette karşılık gelmez her şey. Bu mümkün olabilir mi zaten! Tek tip miyiz, robot muyuz, yoksa robotlaştırılmak istenenlerden miyiz…  Yani yukarıdaki dizi örneğinden gidersek, beğenmeyen  kapatır izlemez. Eğer beğenmediğini belirtmek istiyorsa da bunu saygı çerçevesinde, eleştiri dozunu iyi ayarlayarak yapar olur biter. Ama yok, böyle olmuyor işte! Son yıllarda bir moda var ülkemizde. Herkes kendi fikrini en doğru olarak kabul ediyor ve kendinden olmayanı direkt ötekileştiriyor. Hatta bununla da yetinmiyor hakaretler yağdırıyor. Kendi fikrinde olmayanı kolayca vatan haini bile ilan edebiliyor. Karşı tarafı dinlemeye, anlamaya çalışırsanız, hele de empati kurmaya, üstüne üstlük hemhal olmaya kalkışırsanız vay halinize! Evlerden ırak olsun, hemen “monşer” damgasını yapıştırıverirler alnınıza. Sonra da uğraş dur; bu damga lazer ışınlarıyla bile temizlenmez. Öyle kalıcı bir mürekkebi var ki!

 Bütün bunlar olup biterken bense  tedavülden çoktan kalkmış “saygı temelindeki” dinozorlaşmış düşünce yapımda ısrar etmeye ve de azınlıkta kalmaya inatla devam ediyorum.  Örnek mi istiyorsunuz; mesela “Yüz yüze geldiğimde ne söyleyebilirsem onları yazarım sosyal medyada ”  diyorum. Bu kadar da netim yani!

Nerden nereye geldik. Yazdıklarım böyleyse kafamın içi kim bilir ne haldedir.  (Zavallı beyin hücrelerim, affedin beni. ) Aslına bakarsanız derdim konuya başlarken örneklediğim gibi  dizi falan değil elbette, derdim başka. Derdim büyük.

 Tüketim toplumunun tüm iğrençliğini dört bir yanımda hissetmekten gerçekten de çok yorgun düştüm.  Yine yukarıdaki dizi örneğinden gidecek olursam, siz benim diziyi savunuyormuş gibi konuşmalarıma bakmayın. Bu tür dizilerin aslında izleyicide iz bırakacak lezzetli bir sanat eseri yaratma amaçlı ortaya çıkarılmadığını gayet de iyi biliyorum.  Diğer her şeyde olduğu gibi günümüz dizilerinde de“Tüketilsin, bitsin, yenisi  gelsin. Araya ne kadar çok reklam alınırsa o kadar iyi” mantığı hakim elbette. Nerede o Çemberimde Gül Oya'lar... “Best Seller” denilen kitaplar da aynı durumda. Sabun köpüğü gibi konuları olan, süslü kapaklı bu kitapları okuyanların aklında da büyük olasılıkla bir şey kalmıyor. “Yaz şarkısı”  dedikleri müzikler farklı mı sanki!  Ekseriyetle havalı ismi olan beach club’larda çalınan bu şarkıların, içilen şemsiyeli kokteyllerden pek de farkı yok bana kalırsa. İçiyorsun unutuyorsun, dinliyorsun unutuyorsun. Yaşadığımız çağ zaten “unutma” zemininden beslenmiyor mu? Tükettiğini unutacaksın  ki benzeri önüne sürüldüğünde yeni bir şeymiş gibi hevesle satın alıp yine para veresin! Yaşadığın kötü deneyimi unutacaksın ki benzer politikaları ısıtıp ısıtıp önüne sürdüklerinde yine aynı partiye oy veresin! Gibi, gibi, gibi…  Koca koca yalanların içinde kaybolan kum taneleri değil miyiz  zaten, neyiz ki biz…


Olayın çok boyutu var. Mesela her şeyin maddi bir karşılığı olduğu için, para ya da zaman harcayanlar, tükettikleri şeyi sosyal medyada acımasızca eleştirme hakkına da sahip oluyor doğal olarak. Yine dizi örneğinden gidersek; bir saatlik dizi izlemek için en az kırk beş dakika reklam izlemek zorunda bırakılan, dolayısıyla da “izleyici” statüsünden “müşteri” statüsüne geçirilen bizler de sosyal medyada “Bu konu hiç olmamış, o başrol oyuncusunun saçı ne öyle, ahlakı bozuyor bu dizi hemen kaldırılsın…” şeklinde çemkirmeyi kendimizde hak görüyoruz.

“İyi güzel de peki sen bu dünyanın neresindesin?” diye sorarsanız, yine cevabım net;

“Vücudum içeride, kafam dışarıda!”


Ne güzel söylemiş Murathan Mungan yıllar önce:

“Ya içindesindir çemberin, ya da dışında yer alacaksın…” diye.

Bense dışında kalamıyorum, içine giremiyorum, girmeyi zaten istemiyorum!
Sonra da “Niye daha sık yazmıyorsun?”  ya da “Neden insanlarla görüşmüyorsun?” dediklerinde söyleyecek lafım sözüm olmuyor.

Galiba “Koca koca yalanlar” dan ibaret olan bu kocaman sahnede, ne yapacağını bilemeyen insanların esrikliğiyle pek bi’ içime savruluyorum…


NOT: Çok karmaşık bir yazı oldu farkındayım.  Dedim ya savruluyorum diye. Kafasının içi savrulanın dışavurumsal yazısında giriş, gelişme ve sonuç olur mu hiç!,

Affola... 






Yorum Gönder "Koca Koca Yalanlar ve Sayıklamalar"