Daha önce kayıplarım olmuştu ama ilk defa bir “çok yakınımı” kaybettiğim için, yaşadığım süreci de ilk defa yaşıyorum. Duygularımı sık sık gözlemliyor, nedenlerini anlamaya çalışıyorum. İçinde bulunduğum “hal” kalıcı değil biliyorum ama bir yanım da bu hali -çok iç açıcı olmasa da- yazarak ölümsüzleştirmek istiyor. Belki ilerde okur, o hali daha iyi anlarım.
Önceden birinin ardından tutulan yasın, karara bağlı bir şey olduğunu düşünürdüm. Mesela, şimdi yastayım şunu yapmamalıyım gibi, insanın kendine telkinler vererek hayattan biraz geri çekilmesi şeklinde. Fakat işin aslı öyle değilmiş. En azından benim için. Önceden hetecanlandığım şeylere heyecan duymuyorum, içimde bir çiçeği, bulutu, güneşi görünce coşan çılgın sevinç ortalıkta yok. Sanki arabaların hızla gittiği bir otobanın kenarında durmuş bekliyorum, karşıya geçme gibi bir amacım yok, hayat hızla akıyorken, geçen arabaları görüyor ama rengini modelini vs farketmiyorum. Sadece akıyor gidiyor, benden uzaktalar ve ben onları sadece seyrediyorum.
Bu his biraz, ilk annelikte günlerce uykusuz kaldıktan sonra geçirdiğim gündüzlere de benziyor. Aptal gibi oluyor insan, sadece günü kurtarmaya bakıyorsun. Bir şey yapayım, değer katayım, üreteyim gibi bir derdin olmuyor. Tek farkı var sadece o zaman günü bitirmek için dayanmalıyım şeklinde kendine yaptığın zorlamalar. Bu olumlu bir telkin değil ama sonuçta kendine dair bir gayret, işte yas durumunda bu gayret bile yok.
Aslında sürekli kaybı ve yoksunluğunu düşünmüyorum. Sonuçta uzakta yaşayan biri olarak seyrek görüyordum. Fakat iyi olduğunu bilme ve şimdi yok olduğunu bilme hali farklıymış. Her an hatırlamıyor insan bu gerçeği ama olmadık zamanda olmadık şekilde su yüzüne çıkıyor. Kafam dağılsın diye yaptığın bir işte, okuduğun kitapta veya gittiğin bir yerde, minicik bir detay oluyor mesela onu hatırlatan. Hüzünlü olması gerekmiyor ama burnunu sızlatıyor, gözlerini yaşartıyor.
Normalde içimde duyduğum yaşam sevinci ve enerjisi uykuya yatmış sanki. Gün içinde hayran olup kaydetmeliyim diye fotoğraflarını çektiğim detayları görmüyor, elime telefon bile almıyorum. Çocukların bu anılarını kaçırmayayım diye zoraki çektiğim fotoğraflar da hiç güzel çıkmıyor. Kocam fotoğrafımıçekerken gülümse dediğinde, dudaklarım gerginleşmiş bir lastik gibi, hiç esnemiyor.
İçimde ne sevinç var ne hüzün, daha çok kayıtsızlık. Nefes alırken aldığım nefes sanki ta aşağıya inmiyor da yarıya gelince duruyor. Derin derin nefesler alıyorum ama rahatlatmıyor. Önceden içimi kıpırdatan şeyleri yapıp o hissi yeniden alayım diyorum, olmuyor. Minik coşkularımı yeniden duyumsamayı dört gözle bekliyorum. Çünkü meğer hayatı anlamlı kılan onlarmış.
Bu hal’in tam olarak kaybın yokluğundan kaynaklandığını söyleyemem sanırım. Özlem fazla, eksikliği az buz değil elbette. Fakat ölümün ardından insanın maruz kaldığı büyük bir mücadele var. Hayata, ölüme, yaşam amacına dair sorgulamalar, kaybettiğin kişiyle olan hesaplaşmalar (babama layık oldum mu, benim için ne isterdi, bundan sonra ne yapayım, yapmalı mıyım ...), çocukların olmadık zamanlara gelen cevaplaması zor soruları, kalp titreten yorumları (oğlum öyle yapıştı ki anne sen hiç ölme diyor durup durup, yemek masasında yanımda değil karşımda oturduğu için beni özlüyor) gibi. Bütün bunların sebep olduğu sersemliğin toplamı gibi birşey.
Buna rağmen geçeceğini biliyorum, daha doğrusu inanıyorum. Herkes öyle söylüyor çünkü. Belki o zaman yine farklı olan birşeyler daha kalır hayatımda ama minik sevinçlerim en azından geri gelecek. Umuyorum yani. Bu yüzden kendimi akışa bıraktım. Normale gelmek için kendimi zorlamıyorum. Böyleyse böyle, yaşayıp göreceğim.
Önceden birinin ardından tutulan yasın, karara bağlı bir şey olduğunu düşünürdüm. Mesela, şimdi yastayım şunu yapmamalıyım gibi, insanın kendine telkinler vererek hayattan biraz geri çekilmesi şeklinde. Fakat işin aslı öyle değilmiş. En azından benim için. Önceden hetecanlandığım şeylere heyecan duymuyorum, içimde bir çiçeği, bulutu, güneşi görünce coşan çılgın sevinç ortalıkta yok. Sanki arabaların hızla gittiği bir otobanın kenarında durmuş bekliyorum, karşıya geçme gibi bir amacım yok, hayat hızla akıyorken, geçen arabaları görüyor ama rengini modelini vs farketmiyorum. Sadece akıyor gidiyor, benden uzaktalar ve ben onları sadece seyrediyorum.
Bu his biraz, ilk annelikte günlerce uykusuz kaldıktan sonra geçirdiğim gündüzlere de benziyor. Aptal gibi oluyor insan, sadece günü kurtarmaya bakıyorsun. Bir şey yapayım, değer katayım, üreteyim gibi bir derdin olmuyor. Tek farkı var sadece o zaman günü bitirmek için dayanmalıyım şeklinde kendine yaptığın zorlamalar. Bu olumlu bir telkin değil ama sonuçta kendine dair bir gayret, işte yas durumunda bu gayret bile yok.
Aslında sürekli kaybı ve yoksunluğunu düşünmüyorum. Sonuçta uzakta yaşayan biri olarak seyrek görüyordum. Fakat iyi olduğunu bilme ve şimdi yok olduğunu bilme hali farklıymış. Her an hatırlamıyor insan bu gerçeği ama olmadık zamanda olmadık şekilde su yüzüne çıkıyor. Kafam dağılsın diye yaptığın bir işte, okuduğun kitapta veya gittiğin bir yerde, minicik bir detay oluyor mesela onu hatırlatan. Hüzünlü olması gerekmiyor ama burnunu sızlatıyor, gözlerini yaşartıyor.
Normalde içimde duyduğum yaşam sevinci ve enerjisi uykuya yatmış sanki. Gün içinde hayran olup kaydetmeliyim diye fotoğraflarını çektiğim detayları görmüyor, elime telefon bile almıyorum. Çocukların bu anılarını kaçırmayayım diye zoraki çektiğim fotoğraflar da hiç güzel çıkmıyor. Kocam fotoğrafımıçekerken gülümse dediğinde, dudaklarım gerginleşmiş bir lastik gibi, hiç esnemiyor.
İçimde ne sevinç var ne hüzün, daha çok kayıtsızlık. Nefes alırken aldığım nefes sanki ta aşağıya inmiyor da yarıya gelince duruyor. Derin derin nefesler alıyorum ama rahatlatmıyor. Önceden içimi kıpırdatan şeyleri yapıp o hissi yeniden alayım diyorum, olmuyor. Minik coşkularımı yeniden duyumsamayı dört gözle bekliyorum. Çünkü meğer hayatı anlamlı kılan onlarmış.
Bu hal’in tam olarak kaybın yokluğundan kaynaklandığını söyleyemem sanırım. Özlem fazla, eksikliği az buz değil elbette. Fakat ölümün ardından insanın maruz kaldığı büyük bir mücadele var. Hayata, ölüme, yaşam amacına dair sorgulamalar, kaybettiğin kişiyle olan hesaplaşmalar (babama layık oldum mu, benim için ne isterdi, bundan sonra ne yapayım, yapmalı mıyım ...), çocukların olmadık zamanlara gelen cevaplaması zor soruları, kalp titreten yorumları (oğlum öyle yapıştı ki anne sen hiç ölme diyor durup durup, yemek masasında yanımda değil karşımda oturduğu için beni özlüyor) gibi. Bütün bunların sebep olduğu sersemliğin toplamı gibi birşey.
Buna rağmen geçeceğini biliyorum, daha doğrusu inanıyorum. Herkes öyle söylüyor çünkü. Belki o zaman yine farklı olan birşeyler daha kalır hayatımda ama minik sevinçlerim en azından geri gelecek. Umuyorum yani. Bu yüzden kendimi akışa bıraktım. Normale gelmek için kendimi zorlamıyorum. Böyleyse böyle, yaşayıp göreceğim.